Sürdürülebilir kent planlama ve kentsel kalkınma
- Kent Siyaset
- 19 May 2022
- 5 dakikada okunur
ZEYNEP DENİZ YAMAN GALANTINI
21. yüzyıl, insan hâkimiyetinin baskınlığına bağlı olarak, fiziksel çevrenin olumsuz etkilere ve kentsel sistemlerin beklenmedik yıkıcı değişimlere maruz kaldığı, sonuç olarak da karmaşıklığın ve belirsizliklerin tetiklendiği bir çağdır. Beklenmedik değişimlerin getirdiği zorluklar nedeniyle, kent planlama kaotik bir dönemden geçmektedir. Günümüzde kent planlama süreçleri ve uygulamalarındaki yetersizliklerden dolayı kentler, sosyal adalet, nüfusun sosyo-ekonomik yapısına bağlı mekânsal ayrışma, kaynakların ve hizmetlerin adaletsiz dağılımı, işsizlik, kentsel yayılma ve bölünme, çevre kirliliği/bozulması ve kaynakların tükenmesi gibi birçok, farklı perspektifte kronik problemle mücadele etmektedir. Sonuçta, korunmasız, güvensiz bir toplumun ve mekânsal biçimlenmenin ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelmektedir. Dolayısıyla, bu karmaşık dinamikler karşısında yaşanan küresel kentsel değişimi, zaman ve mekân boyutlarıyla, çok yönlü ve değişken bir süreç olarak araştırmanın gerekliliğini ön plana çıkarmıştır. Bu sebeple, 2000'li yıllar, karmaşıklık biliminin geliştiği, hızla değişen ve gittikçe büyüyen kentsel sorunların ivedilikle çözümlenmesi amacıyla, planlama ve yönetim kapasitesinin geliştirilmesi gerektiği bir dönem olarak nitelendirilebilir. Bu noktada, tartışılması gereken asıl konu ise, belirsizliklerin ve karmaşıklığın neden olduğu kentsel kırılganlıkların çözümünde, kent planlama süreçlerinin nasıl bir katkı sağlayabileceğinin açıklanmasıdır. Günden güne artan karmaşıklık ve dünya dinamiklerindeki hızlı değişimler göz önüne alındığında, bütün bir toplumun geleceğinin planlanması ciddi bir mücadele olarak yorumlanabilir. Bu kapsamda, kent planlama yaklaşımlarının geleceğe ilişkin, yerinde ve sürdürülebilir seçimler içermesi, toplumları geleceğe hazırlanmak için mantıklı bir yol haritası çizmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, fiziksel, sosyal, ekonomik ve kurumsal sistemleri iyi analiz etmek ve "değişen koşullar karşısında sürekli gelişim ve uyumu" korumak, tüm kentler için hayati önem taşımaktadır. Başka bir değişle, hızla değişen ve giderek daha da karmaşık bir hal alan dünyada, kişi, kurum ve toplumların değişikliklerle başa çıkabilen, değişikliklere uyum sağlayabilen ve değişimi şekillendirebilen bir yapıda olması gerekir. Bu perspektif, belirsiz dünyanın değişim ve zorluklarıyla nasıl başa çıkılabileceğini açıklamaya çalışan "dayanıklılık" (resilience) kavramıyla örtüşmektedir. 18. yy'den beri literatürde yer alan, ekolojiden ekonomiye, mikrobiyolojiden hukuk alanına kadar pek çok çalışmaya altlık oluşturan dayanıklılık kavramı, 1970'lerden sonra kentle ilgili farklı perspektifteki çalışmalarda kullanılmaya başlamış, 2000'li yıllarda ise kent planlama ile ilişkisi kurulmaya çalışılmıştır. Genel hatlarıyla "dayanıklılık", insan ve doğa arasındaki karmaşık ve ilişkili sistemlerin anlaşılması, yönetilmesi ve yönlendirilmesi yönünde gelişen bir kavramdır. Kentsel dayanıklılık ise, kentlerin maruz kaldığı değişimin başarılı bir şekilde yönetilmesini sağlayan, çok boyutlu bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşımla, dayanıklı bir toplumdan yoksun olan kentler, karşılaşılan her türlü zorluk karşısında korunmasız olacaktır. Buna bağlı olarak, geçtiğimiz yarım yüzyıl boyunca kent planlamada daha bütünleşik planlama yaklaşımlarının geliştirilmesine olan ilgi artmış; bu tür planlama yaklaşımlarıyla daha karmaşık ve kronik kentsel problemlerin üstesinden gelinmesi hedeflenmiştir. Benzer şekilde, toplumların kalkınmasında "dayanıklılığın" sağlanması ve sürdürülmesi konuları da, geçtiğimiz on sene içinde hızla gelişmiştir. Ancak, dayanıklılık yaklaşımının kavramsal açılımı, nitelikleri ve kent planlama ile ilişkisine ait, net ve kesin bir fikir birliği oluşturulamamıştır. En çok karşılaşılan çalışma konularından biri afetler ve iklim değişikliği, diğeri de ekolojik sistemlerle ilgidir. Dayanıklılığın kentsel ölçekte tanımlanması ve incelenmesinin, günümüz koşullarına bağlı olarak, sürdürülebilir planlama yaklaşımlarının yeniden tanımlanması açısından yararlı olacağı düşünülmektedir. Bu nedenle, tez çalışması, teorik ve ampirik olmak üzere iki temel bölüme ayrılarak, dayanıklılığın kent planlamasına entegrasyonunu tanımlayan teorik bir model geliştirip, bu konuya açıklık getirmeyi hedeflemişitir. Tezin teorik çerçevesi kapsamında öncelikle dayanıklılığın kökeni, farklı perspektifleri, tanımları ve özellikleri analiz edilmiştir. Ayrıca, dayanıklılığın, bir bilim ya da teori olarak sınıflandırılmasının uygun olup olmadığı, sürdürülebilirlik ve kırılganlık ile olan ilişkisi tartışılmıştır. Bu bölümde tartışılan diğer konular ise; -dayanıklılığın, belirsizlikleri ve buna bağlı yaşanan zorluklarını nasıl çözebileceği; -geleneksel kent planlama paradigmalarının tarihsel gelişimini değerlendirerek, günümüzde kent planlamanın değişen koşullara dayalı olarak nasıl geliştirilebileceğinin değerlendirilmesi; -dayanıklılığın kent planlama paradigmalarında bir yer bulup bulamayacağı; -kentsel dayanıklılığın ölçülmesi ve değerlendirilmesi; -kentlerin sadece mevcut sorunlarına karşı değil, aynı zamanda beklenmedik değişiklikler nedeniyle uzun dönemde ortaya çıkabilecek kırılganlıklara karşı da dayanıklılığını sağlamak için geliştirilebilecek yaklaşımların değerlendirilmesi, ve -dayanıklılığın kent planlamaya entegre edilmesine olanak tanıyacak güncellenmiş bir kent planlama süreci ve bu süreci oluşturacak metodun tanımlanması şeklinde sıralanmaktadır. Tanımlanan model, birbirinden farklı, ancak birbirini tanamlayan üç bileşen üzerine kurulmuştur. Bu bileşenler "neye karşı dayanıklılık" (acil olarak ele alınması gereken en önemli zayıf noktalar nelerdir); "nerede dayanıklılık" (dayanıklılık öncelikle nerede sağlanmalı) ve "nasıl dayanıklılık" (kentsel dayanıklılığın sağlanmasında temel bileşenler neler olmalıdır?) soruları ile tanımlanmıştır. Bu yaklaşımla, daha geniş bir perspektifte, "beş bileşenli süreç" olarak adlandırılan "kentsel dayanıklılık planlaması" süreci tasarlanmış, böylelikle, dayanıklılığın sağlanması amacına yönelik olarak güncellenen bir planlama yaklaşımının genel çerçevesi oluşturulmuştur. Tüm bu süreçlerin tanımlanması, tezin ampirik kısmının geliştirilmesine olanak sağlamıştır. Tezin ampirik kısmı, oluşturulan teorik modelin İstanbul ölçeğinde uygulamasının örneklendirildiği bölümdür. İstanbul, Türkiye'nin en büyük nüfusa sahip metropolitan kenti olması ve özellikle son yirmi yılda kontrolsüz ve plansız bir mekânsal gelişmeye sahne olmasından dolayı çalışma sahası olarak seçilmiştir. Bugün, 14 milyondan fazla nüfusa sahip olan İstanbul, Türkiye'nin en çok iç göç alan merkezlerinden biridir. Devlet ve özel sektörün çeşitli hizmet olanakları, istihdam imkânları, zengin kültürel ve tarihi geçmiş, ülkenin farklı kırsal bölgelerinden binlerce kişiyi, İstanbul'a göçe teşvik etmektedir. Nüfus ve kentsel büyümedeki hızlı artışın bir sonucu olarak, bölgenin ekolojik yaşam destek sistemlerine önemli bir baskı söz konusudur. Sonuç olarak, İstanbul, yüksek derecede karmaşık ekolojik, sosyal, ekonomik, kültürel ve politik ilişkilere sahip ve bu karmaşıklığa bağlı olarak da, olası değişimlere ve karşılaşılabilecek her türlü tehdite karşı savunmasızlığın geliştiği bir kenttir. Dolayısıyla, İstanbul'un tarihsel süreçte yaşadığı tüm olumsuzluklar göz önünde bulundurularak, planlama süreçlerindeki darboğazlar ve olmazsa olmaz ilkeler yeniden değerlendirilmeli ve planlama yaklaşımları daha detaylı bir bakış açısıyla yeniden tanımlanmalıdır. Bu noktada ampirik bölüm, ilk önce İstanbul'un gelişim sürecinin, gelişme sürecini yönlendiren yasal yapının ve kentin en önemli kırılganlıklarının tanımlanmasını hedeflemiştir. Bu tanımlamaları, "kentsel dayanıklılık planlaması" sürecinin uygulanabilirliği ve sürecin sonuçları için izlenen araştırma yöntemlerini açıklayan bölüm takip etmektedir. Bu bağlamda, öncelikle, kentsel dayanıklılık planlaması sürecine kimin/hangi paydaşların katılacağını belirlemek adına kent planlama uzmanları ile bir "uzman bir anketi" gerçekleştirilmiştir. Böylelikle, dayanıklı kent planlama politikalarının oluşturulmasından kimin sorumlu olması gerektiği tespit edilmiştir. Farklı paydaş grupları belirlendikten sonra, İstanbul'un en kırılgan alanları, bu alanlardaki en önemli sorunlar ve bu sorunları çözmesi öngörülen en önemli politikalar, belirlenen paydaş grupları ile tartışmaya açılmıştır. Bu tartışma iki aşamalı bir "Delphi Anketi" ile sağlanmıştır. Delphi'nin ilk aşamasında, İstanbul'un en kırılgan bölgeleri belirlenmiştir. Bu aşamayı, seçilen kırılgan bölgelerde uygulanan bir "kamuoyu anketi" ile desteklemiştir. Bu şekilde, vatandaşların karşılaştığı en önemli sorunları ve bu sorunlar ile baş etmeye yönelik bakış açıları/beklentileri dikkate alınarak halk katılımı sağlanmıştır. Son adımda, Delphi'nin ilk aşaması ve kamuoyu anketi sonuçlarına paralel olarak, kentsel dayanıklılık planlaması sürecinin çerçevesinin oluşturulması ve dayanıklılık ilkelerine dayalı kentsel politikalar ve araçların tanımlanması için Delphi'nin ikinci etabı uygulanmıştır. Çalışma, genel sürecin değerlendirildiği ve kentsel dayanıklılık planlamasını mevcut kentsel planlama gündeminde yer edinmesine yönelik önerileri içeren sonuç bölümü ile sonlanmıştır. Tez, esas olarak dayanıklılığın detaylı kavramsal incelemesinin nasıl sağlanacağı ve dayanıklılığın kent planlama süreçleriyle entegrasyonu konularına açıklık getirmektedir. Kentsel dayanıklılık planlaması, planlama paradigmaları arasıda yer bulmaya çalışan yeni bir konsepttir ve hala uygulanmasına yönelik net ve ortak bir yaklaşım yoktur. Dolayısıyla, tezde sunulan modelin, sadece İstanbul'un sürdürülebilir ve dayanıklı kentsel gelişimini sağlamasına yardımcı olmakla kalmayıp, ileriki çalışmalar için de yararlı bir araç olacağı düşülmektedir.
Comments